Sabahattin Ali, yüzyılın başında doğdu, 1907, ve yüzyılın ortasında devlet tarafından katledildi, 1948. Yarım yüzyılı bile bulmayan yaşamına büyük yapıtlar sığdırdı, öyküleri, romanları, siyasal tutumu ve ne yazık ki genç yaşında devlet eliyle gelen ölümü de dahil olmak üzere, büyük bir yaşamı oldu.
Devrin bir geleneği olarak da yazmaya şiirle başladı. Bu kuşkusuz o devirle sınırlı bir gelenek değildir, önceki dönemlerde de yazmaya, daha doğrusu ‘yazı hayatı’na şiirle başlanır, gençlikten kurtulup büyümeye yüz tutulunca da öyküye, daha çok da romana geçilirdi. Şiir eski, roman yeni olduğundan belki de. Belki de şiir adettendi, herkes yazardı, yazabilirdi, aslolan, önemli olan ve zor olan roman yazmaktı. Bir de birbirine bakarak yazmak sanki geçmiş dönemlerde mecburi olmasa da gerekliydi. İlk olarak şiir yazılması da bu sebebtendi, yazamasa deli olmazdı kimse ama, sanırım biraz çevreye karşı ‘ayıp’ olurdu. Herhalde iyi şiir yazamadığını hisseden pek az kişi vardır, kendi iradesiyle şiiri bırakmaya karar veren. Bazıları da yanlarında yetiştikleri ya da etkilendikleri bir ustanın demesiyle, önermesiyle, başka bir yol göstermesiyle şiir yazmayı bırakıp, edebiyata taşınırlar. (Bkz. Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’i şiirden edebiyata yönlendirmesi) Sabahattin Ali, şiirde ‘muvaffak’ olamayacağını anlayınca bırakanların başında gelir, ki sevdiğimiz, artık birer Türk edebiyatı klasiği olan, çağlar boyu okunası o Kürk Mantolu Madonna’ ların, İçimizdeki Şeytan’ların, Ses’lerin yanı sıra, bu davranışı da onu daha da büyük kılar, okuyucunun gözünde daha da büyütür.
Sabahattin Ali ve Modern Şiir
Şiirde varlık ve başarı gösteremeyenlerin, edebiyata geçtiklerinde ortaya çıkan o müthiş değişim, elbette bir yeniliğin, öncülüğün, en azından farklılığın ifadesidir. En azından o dönemlerde. Şiir hem geleneksel olarak ustalarını yetiştirmiş, hem de modern şiir olarak yeni ustalarını ortaya çıkarmıştır. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim, modern şiirimizin iki kurucu ustası olarak çıkmıştır. Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl da Sabahattin Ali’yle aynı dönemde modern şiirin hizasında duracak yapıtlarıyla belirmeye başlayacaklardır. Bu dönemde şiirde ayırt edici olacak ve kendini başka şairlerden, başka şiirlerden farklı kılacak şey, sözün olduğu kadar hatta ondan da çok biçimin yeni olmasıdır. Şiirin bir bütünlük içinde yazılmasının ve alımlanmasının bir ‘yapı’ meselesi olduğunun ve elbette şiirin bir dil olduğunun da kavranmasıdır.
Sabahattin Ali’nin şiirleri bu modern kaygıları sorun edinen bir şiir değildir. Hem erken bir şiirdir, hem de bir yandan memleketçi, halkçı ve Kemalist ideolojiyle bağlantılı şiirlerin yazıldığı, bir yandan da özellikle 1940’larda sosyal gerçekçi olarak adlandırılacak şiirin ilk kıvılcımları sayılacak toplumcu şiirlerin yazılmaya başlandığı bir dönemdir. Ve elbette tek başına bir şiir antolojisi gibi olan Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali’nin de ilk şiirlerini yayımladığı yıllarda, 1929’da 835 Satır kitabını yayımlayacaktır. Bu kitabın yayımıyla birlikte de mevcut tüm şiirler, şiir akımları titreyip kendine dönecektir, bazılarıysa dönemeyecektir. Ahmet Haşim’in, Yahya Kemal’in, Hececiler’in dönemidir ve bu alışıldık şiirlerin karşısına, adı “Makinalaşmak” olan bir şiir çıkmıştır. “Salkımsöğüt”ten “Açların Gözbebekleri”ne, “Güneşi İçenlerin Türküsü”nden “Berkley”e. Bir deprem etkisi yaratan ve artık o andan sonra bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, şiirin de eskisi gibi olmayacağı bir ‘ışıma anı’dır bu. Aslında ‘patlama anı’ demek bu infilak anını ve sonrasını daha iyi resmeden bir tanım olabilir. Bu aynı zamanda Nâzım Hikmet’in kitabı ve şiirleriyle açılan yeni bir dönemdir, ‘serbest Nâzım’ dönemidir.
Yüzyılın başında doğan diğer şairler
Yüzyılın başında doğmuş olan şairlere şöyle bir bakalım, acaba aralarından hangileri 100 yıl sonra bile hatırlanıyor, etkilemeye devam ediyor ya da okunuyor? Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl gibi doğal, organik, estetik, politik ve poetik dokunulmazlıkları olan büyük şairleri elbette bundan ayrı tutarak. Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç isimlerine şiir antolojilerinde, edebiyat ve şiir tarihiyle ilgili kitaplarda rastlanıyor, ama ne yazık ki şiirleriyle hatırlanmıyorlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Kutsi Tecer, memleket, gurbet, denize hasret ve hece şiirinin iyi örnekleriyle hem isim olarak hem de kimi unutulmayan şiirleriyle günümüzde de hatırlanan isimler olmalarına karşın modern Türk şiirine katkıları olan şairler arasında da sayamayız onları. Fakat şiirin sevdirilmesinde ve sürekliliğinin sağlanmasında payları olan, kuşaktan kuşağa şiirleri ve dizeleri aktarılmış şairler olduklarını da söylemeliyiz. Ahmet Hamdi Tanpınar da asıl verimini romanda gösteren bir büyük romancı ve kültür adamı olarak, tek kitabıyla da olsa şiirleriyle anılacak bir isimdir ama kendisinden sonraki kuşakları etkileyecek bir şiir bıraktığı da söylenemez. Nâzım Hikmet etkisiyle serbest Nâzım anlayışıyla şiirler yazan, aynı zamanda da fütürist ve sürrealist etkiler de barındıran toplumcu bir şiirin sahibi Ercümend Behzad Lav da ilginç şiirleri olmasına karşın, Türk şiirinin etkili şairleri arasında yer almaz. İlhami Bekir Tez, Nail V., yine Nâzım Hikmet’in etkisiyle serbest Nâzım yazan şairler arasındadır ama, bugün özellikle Tez, daha çok şair anılarında geçen şairler olmaktan öteye geçebilmiş değillerdir. Sabri Esad Siyavuşgil, Cevdet Kudret, Yaşar Nabi Nayır, “Yedi Meşaleciler” olarak anılan dönem şairleri olarak antolojilerde kalmışlardır. Ziya Osman Saba ise bu topluluk dağıldıktan sonra, özgün şiirleriyle belirmiş ve Türk şiirinde sadeliği, iyilik düşüncesiyle öne çıkmış, günümüze kalmış bir şairdir.
Sabahattin Ali’nin doğduğu yıl olan 1907 çevresinde yaptığımız bu geziyi 1910 doğumlulara dek sürdürelim. 1907’de Sabahattin Ali’yle aynı yıl doğan ve benzersiz bir şiir kuran Asaf Halet Çelebi. Şiiri bir çeyrek yüzyıl kadar gamlı kaldıktan sonra yeniden ve bu kez kalıcı olarak keşfedildi, Türk şiirinin mistik damarının, yalnızca İslam’la sınırlı değil, daha çok Hind’den beslenen felsefesiyle de öncü şairi oldu. Mustafa Seyit Sutüven, soyadını da aldığı çağlayanın şiiri olan “Sutüven” ile bilindi. Ahmet Muhip Dıranas, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en etkileyici şiirlerinden birini yazdı. Hiç kuşkusuz kendisinden sonra gelen tüm şair kuşakları için inceden ve derinliğine işleyen bir etkisi vardır. Memet Fuat’ın ilginç ve kapsayıcı cümlesiyle; Dıranas “Hece ölçüsünü Baudelaire anlayışıyla işlerken geleneksel şiirimizin inceliklerini çağcıl şiire aktarışıyla büyük başarı kazandı.”1910 doğumlu Cahit Sıtkı Tarancı da yakın arkadaşı Ziya Osman Saba gibi Türk şiirinin efsane şairlerinden birisi oldu. Şiirin ‘nihayet dil ve kelime işi’ olduğunu bilen, ve “duygular, fikirler, buluşlar filan sonra gelir” diyen modern edasıyla, Türkçenin değişik seslerini araştıran, ses imkanlarını yoklayan, yapıya da biçime de önem veren etkili bir şair oldu.
Şiirleriyle Sabahattin Ali ve Sait Faik
Sabahattin Ali’nin kuşağı diyelim, beş artı beş eksi yaş farklarıyla, 20. yüzyılın başında doğmuş olan şairlerin oluşturduğu Türk şiiri tablosu ana çizgileriyle böyle. İşte bu tablonun içinde, biri bu yazıya vesile olan, diğeri de bu yazının vesilesi nerde ne zaman anılsa, hemen akla gelen biri, var. Sabahattin Ali bu yazının sebebi, diğeri de elbette Sait Faik. Türk şiirinin ve edebiyatının meşhur ikililerinden. Siyasi olarak, kültürel olarak ve edebi olarak Mehmet Akif Ersoy deyince akla hemen karşıtı Tevfik Fikret, Yahya Kemal deyince şiirsel anlayışları ve şiir düşünceleri tümüyle farklı olan Ahmet Haşim, dünya görüşleri ve inançlarından başlayan farklılıkları, şiirleri ve şiir sanatına ilişkin görüşleriyle de süren, hala sürmekte olan diyelim, Nâzım Hikmet ile Necip Fazıl da bu ‘ikili’lerin, çoğu zaman da ‘ikilik’lerin en ünlüleri. Cahit Sıtkı deyince Ziya Osman Saba demeyi de unutmayalım.
Hem ünlü, hem ikili hem ikilik. Ama hepsi de büyük şair, hepsi de öncü, kurucu diyebileceğimiz şairler ve yine hepsi de Türkiye’nin siyasi ikiliğinin öncü temsilcileri, zihniyet haritasının oluşmasına da büyük katkılarda bulunmuş, şairlikleri kadar eylem adamı olmaları, düşünce üretmeleriyle de çok önemli isimler.
Sait Faik ve Sabahattin Ali: Biri diğerini her zaman hatırlatan, çağıran son ünlü ikili. Belki edebiyat ve şiir dünyasında başka ikililer de oldu, olmuştur mutlaka, şimdi belleğimde yok, ama varsa da bu ikili kadar ünlü olmadıklarını biliyorum. Cumhuriyet dönemi Türk öykücülüğünün tartışmasız iki büyük, öncü ve kurucu ustası. Bu bakımdan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in şiirdeki kurucu ustalıklarına benzer bir konumda oldukları söylenebilir.
Sabahattin Ali yazmaya 18 yaşındayken şiirle başlar, ilk kitabı da şiirdir, Dağlar ve Rüzgar(1934). Bu kitaba daha sonra “Kurbağanın Serenadı” ile “Öteki Şiirler” de eklenecektir. Sait Faik’in de tek şiir kitabı vardır Sabahattin Ali gibi, ne var ki o kitabını sona doğru, 1954’deki ölümünden ancak 1 yıl önce yayımlayacaktır: Şimdi Sevişme Vakti(1953).
Türk şiirinin iki büyük eleştirmeni Memet Fuat ile Mehmet H. Doğan’ın antolojilerinde bu iki ismi aradığımızda yalnızca Sait Faik Abasıyanık’ı Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde(Adam Y.) görürüz 4 şiiriyle ve Memet Fuat’ın “Öykülerinin şiirselliğiyle ünlüydü. Çok az şiir yazdı. Şiiri salt duyarlıkta aradı, biçime, yapıya önem vermedi” saptamasıyla. Mehmet H. Doğan’ın Yüzyılın Türk Şiiri(1900-2000) (YKY) antolojisinde ise ikisinin de adı yer almaz. Bir anlamda ‘antolojinin dışındakiler’dir.
Antolojinin dışındadırlar ama şair şöhretleriyle değil, öykücü ve romancı şöhretleriyle de olsa, şiirleri antolojiye giren, elbette antolojiler sadece iyi şairlerle dolu olacak diye bir kural yok, hepimizin yadırgadığı farklı şairler yer alırlar antolojilerde, ikisinin de kimi şairlerden daha çok okundukları, bilindikleri ve sevildikleri de bir vakıadır. Hatta şöyle diyebiliriz, Sabahattin Ali, ‘öyküleri şiirsel’ bulunduğu için daha çok şair sayılan Sait Faik’ten daha çok şair olarak tanınır, sevilir. Bunda elbette ve özellikle şiirlerinin hayli bestelenmiş, iyi bestelenmiş ve çok sayıda iyi müzisyen tarafından da söylenmiş olmasının da büyük payı vardır. Bildiğim kadarıyla “Başım dağ, saçlarım kardır” dizesiyle başlayıp, “Benim meskenim dağlardır” dizesiyle biten “Dağlar”, ilk dizeleri “Beni en güzel günümde/ sebepsiz bir keder alır” olan “Melankoli”, ve 1932-33 yıllarında yazdığı 5 “Hapishane Şarkısı”ndan 4’ü bestelenmiştir. Bunların içinde de en ünlüleri “Hapishane Şarkısı III” adını taşıyan ve “Dışarda mevsim baharmış/Gezip dolaşanlar varmış/Günler su gibi akarmış/Geçmiyor günler, geçmiyor” dizeleriyle de öne çıkan şiirle, belki de en bilinen ve en sevilen Sabahattin Ali şiiri, ve artık şarkısı da olan, “Hapishane Şarkısı V”dir: “Başın öne eğilmesin/aldırma gönül aldırma/…” Bestelenmiş başka Sabahattin Ali şiirleri de var ama, bu kadarı da yeterince fikir veriyor.
Atatürk’e hakaret ve af
Sabahattin Ali bir şiirinde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapisle cezalandırılır. Konya’da öğretmenlik yaptığı sırada bir toplantıda okuduğu “Memleketten Haber” başlıklı şiirinde, Atatürk’ün adı geçmemesine karşın, ima yoluyla cumhurbaşkanına hakaret etmekten 1932’de cezaya çarptırılır. Bu şiir kitaplarında yer almamaktadır, belki sonraki yıllarda da, hiçbir zaman yer almadı, bilmiyorum: “Hey anavatandan ayrılmayanlar/bulanık dereler durulmuş mudur?/Dinmiş mi olukla akan o kanlar/ büyük hedeflere varılmış mıdır?/…/Asarlar mı hala hakka tapanı/mebus yaparlar mı her şaklabanı/Köylünün elinde var mı sabanı/sıska ölüleri dirilmiş midir?/…/Cümlesi beli der enelhak dese/hala taparlar mı koca terese/İsmet girmedi mi hala kodese/Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?”
Konya ve Sinop hapisanelerde yattıktan sonra Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle 1933’te çıkarılan afla serbest kalır, ama öğretmenliğe dönemez, sicili bozuktur artık, Kemalist rejime bağlılığını bildirmesi şarttır. “Benim Aşkım” şiirini yazar ve 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık’ın 7. sayısında yayımlar. 4 dörtlükten oluşan bu şiirin 2. dörtlüğü ‘komik’ olduğu kadar ‘ironik’tir de: “Daha pek doymamışken yaşamanın tadına/ Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…/Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına/senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.” Sabahattin Ali belli ki pek sıkılmış vaziyetten ve vaziyetinden, fakat başka çaresi de yok, ‘biat’ etmesi bekleniyor, o da kendine yakıştıramıyor, içine sindiremiyor bu yazdıklarını ve araya “gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…” tarzında gayet ‘eğlenceli’ dizeler attırıyor, ‘mangır’ gibi bir sözcüğü Çankaya’nın bir nev’i huzurunda yazabiliyor. Tamam Sabahattin Ali kendini şair olarak önemsemiyor, bu yazdığı şiirlerden de belli ama, yine de bu dizeleri yazmak için şair filan değil ancak şiir karşıtı olmak gerekir. O yüzden durumun çok bunaltıcı olduğunu söylüyorum Sabahattin Ali için. Hemen alttaki dörtlükteyse doğrusu Behçet Kemal Çağlar’ı aratmıyor yazdıkları:
“Sensin, kalbim değildir, böyle göğsümde vuran/sensin ‘Ülkü’ adıyla beynimde dimdik duran/sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran/seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor”. Her ne kadar ceza yediği taşlamada cumhurbaşkanına ‘ima’ yoluyla hakaretten suçlandıysa da, bağlılık bildiren şiirde ‘ima’ yoluyla af olmayacağı için, ‘Ulu Önder’in adını anmak gerekir: “Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye/hisler kambur oluyor dökülünce yazıya/kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye/göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.” Yeterince acıklı, bir o kadar da incitici bir durum. Atatürk ya da başka bir lidere de şiir yazılabilir ama sağlığında değil! Hani Sabahattin Ali’nin zorlandığı bu şiir değil, zorlanmadan, isteyerek, severek sevinerek de olsa, hiçbir lidere şiir yazılmamalı sağlığında. Övücü şiirlerden söz ediyorum elbette. Öldükten sonra, ardından yazmak serbest!
Daha da acıklı olan, Sabahattin Ali’nin 1935 yılından sonra, ki o yıl da 1 şiir yayımlar, şiir yazmayı bırakmış olmasıdır. Başına gelen bu hadise ve sonra yazmak zorunda kaldığı bu şiir onu çok yaraladı besbelli. Şiirin ve şairliğin onuruyla bağdaştıramadı belki de. Üstelik bir sosyalist olarak. Ama şiirlerine ve öykülerine, romanlarına baktığımızda, artık bizim klasiklerimiz sayılan büyük yapıtlarını okuduğumuzda, onun şiiri bırakmakla bir şey yitirmediğini, aksine bunun bize büyük bir öykücü ve romancı kazandırdığını söyleyebiliriz. Öte yandan doğrusu Türk şiiri de Sabahattin Ali’nin şiirlerinin eksikliğini duymuyor. En doğrusu da sanırım, onun bestelenmiş şiirleri herkese olduğu gibi bana da büyük keyif veriyor, yıllardır dinlemeye doyamadığım yapıtlar bunlar. Eh bir şairden bile 5 tane şiir kalsa, o şair geleceğe kalmıştır diye düşünülüyorsa, Sabahattin Ali’nin daha fazla sayıda şiiri de ve üstelik çok iyi bestelenmiş olarak geleceğe kalmış demektir.
Sabahattin Ali’nin itirafı
Onu Sabahattin Ali yapan özelliklerinden biri de açık sözlü oluşudur. Dağlar ve Rüzgar kitabı yayımlandıktan sonra yazdığı bir mektupta, kitabı yayımlamaktan pişman olduğunu söyler: “Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi gayri kabil-i tamirdir. Ve beni her zaman üzecektir: Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim… Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim.” Başkalarının fikirleri gayet olumludur oysa, kitap yayımlanınca olumlu eleştiriler gelecektir. Bunlardan biri de Yaşar Nabi Nayır’ın “Hakimiyeti Milliye” gazetesinde yaptığı değerlendirmedir: “Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali’nin tecrübeleri muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük sadelik vermiş.”
Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarını büyük bir keyifle okumaya, şiirlerini de büyük bir coşkuyla dinlemeye devam edelim: “Aldırma gönül aldırma…”
Yazan: Haydar Ergülen
Maddeler
acı
adalet
adem
af
afrika
agnes varda
ağaç
ahlak
ahmet hamdi tanpınar
ahmet telli
aile
akıl
akıl hastanesi
akira kurosawa
akrep
alaturka
albay çiçek
ali
alim
amerika
ampirizm
anadolu
anadolu rock
analiz
anarşizm
anlamak
anne-baba
ansiklopedi
antik yunan
antropoloji
arap
aristo
arkadaş
arzu
asker
aşk
aşmak
at
ataol behramoğlu
atıf yılmaz
atilla ilhan
attar
avrupa
aydınlanma
ayı
ayrılık
ayrımcılık
aziz
babam
bach
baki
barış
barthes
baudelaire
beğenmek
behçet necatigil
bektaşi
ben
benjamin
benlik
bergson
beşiktaş
biçim-öz
bilgi
bilgisayar
bilim
bilinç
birey
biyoloji
brecht
bresson
buda
bulantı
cahit arf
cahit zarifoğlu
camera obscura
camus
can sıkıntısı
can yücel
canan özgür
cemal süreya
cennet
ceza
chp
chris marker
christopher marlowe
cinuçen tanrıkorur
cumhuriyet
cüneyt cebenoyan
çağ
çalışmak
çin
çoktanrılı
çöp
dadaizm-sürrealizm
dağ
dedem
deleuze
deli
demokrasi
descartes
devlet
devrim
dil
divan
diyalektik
doğa
doğu-batı
dostoyevski
dönüşümler
duyu
dünya
düşman
düşünme
ebediyet
edebiyat
edebiyat eleştirisi
edip cansever
eflatun
eğitim
ehli beyt
einstein
ekitap
ekoloji
enel hak
engels
engizisyon
erdem
estetik
ev
fabrika
farabi
fark
farsça
faust
felsefe
fenomenoloji
feza gürsey
fikir
filmlerim
foto-gerçekçilik
fotoğraf
foucault
frankfurt okulu
futbol
futurizm
fuzuli
garip
gazali
gece
gelecek
gemi
gençlik
gerçek
goethe
gök
görümlerim
göstergebilim
gurur
gülümseme
günah
gürcistan
güven
güzel
haber
habil-kabil
hac
hafıza
hafızı şirazi
hakikat
hallacı mansur
hamlet
hapisane
harabat
hasan-hüseyin
hastalık
hat
hatırlamak
hayal
hayat
haydar ergülen
hayvan
haz
hegel
heidegger
hezarfen
hırs
hırsız
hiçlik
hikaye
hile
hilmi yavuz
hitchcock
hölderlin
hristiyanlık
hukuk
hurufilik
hümanizm
ışık
ibn rüşd
ibn tufeyl
ibrahim
ibrahim tenekeci
idam
idealizm-realizm
ideoloji
ikinci yeni
iktidar
iktisat
inanç
incil
insan
inziva
isa
islamcılık
ismet özel
israil
istanbul
isyan
işçi
işgal
işsizlik
itiraz
iyi-kötü
izlenimcilik
izsürücü
japonya
jazz&blues
jeanne d'arc
jules verne
jung
kader
kadın
kafka
kalp
kant
kapitalizm
kara şiir
karanlık
kelam
kent
kıskançlık
kibir
klasik müzik
korku
köle-efendi
köy
kral edip
kul
kuran
kuş
kutsal
küçürek öykü
laboratuvar
leibniz
leonardo
leyla-mecnun
luis bunuel
machiavelli
makine
man ray
marcus aurelius
marksizm
matematik
mehmet akif ersoy
melek
melih cevdet
memleket
merhamet
meryem
meslek
metafizik
metin eloğlu
mevlevi
mey
michelangelo
milli mücadele
mistisizm
modernlik
montaj
muhabbet
musa
mustafa kemal
muş
mutluluk
mülkiyet
müzik
nazım hikmet
nedim
nesimi
ney
neyzen tevfik
nietzsche
nobel
nuh
nurettin topçu
nuri pakdil
odam
oktay rıfat
ordo nominis
orhan pamuk
orhan seyfi orhon
orson welles
ortadoğu
oruç aruoba
osmanlıca
otomatik öyküler
öfke
öğrenen makine
öğrenmek
öğretmen-öğrenci
öğüt
ölüm
ömer hayyam
örtü
özbilinç
özgürlük
öznellik
paranoya
pir sultan
piyes
polisiye
psikanaliz
psikoloji
puşkin
rastlantı
reklam
religio
renkler
resim
richard sennett
riya
rock'n roll
roman
ropörtaj
rönesans
ruh
rumi
russell
rüya
saat
sağ-sol
sağlık
sait faik
salah birsel
salgın
sanat
sartre
saussure
savaş
schopenhauer
seneca
sezai karakoç
sezgi
shakespeare
sinema
sinema salonu
sinirbilim
siyaset
sokrat
sonsuzluk
sorgu
sosyal gerçekçilik
sosyalizm
sovyet
sömürgecilik
söz
spinoza
stoa
su
sun tzu
sürgün
şair
şehir
şeytan
şiddet
şiir
şirazi
tanrı
tarih
tarkovsky
tasavvuf
taşra
techno
teknik
terör
tevazu
tıp
tin
tiyatro
toplum
toprak
tora
tövbe
tragedya
travma
truffaut
turgut uyar
türk beşlisi
türkçülük
türkiye
türkü
umut
unutmak
usta-çırak
uşak
uyku
uyuşturucu
ülkü tamer
üretim-tüketim
ütopya
van gogh
varoluşçuluk
vatan
vertov
victor hugo
wittgenstein
yabancı
yahya kemal
yalan
yalnızlık
yapay edebiyat
yapısalcılık
yara
yargı
yaş
yaşamak
yaşlı
yavuz turgul
yazar
yazgı
yeni türkiye sineması
yıldız
yoksulluk
yol
yolculuk
yunus emre
yurtdışı
zaman
zihin
ziya gökalp
zulüm
zweig
Hakkımda
- Mehmet Can Yavuz
- I have a unique blend of expertise in art and engineering, with a specialization in animation, video production, and drama. I'm deeply passionate about the art of montage and its significance in cinema, and I strictly adhere to the principles of tragedy in my written works. I also incorporate machine learning techniques in my literary works and animations, actively contributing to the development of these algorithms and regularly publishing my findings in scientific conferences and journals.