Ortaçağlar sanıldığı kadar karanlık değildir, der Umberto Eco bir yerde. Haklıdır da, skolastik de kendini Kadim Yunan'la ilişkili görmekteydi. Skolastik sonrasında ve modernizmin de bir adım öncesinde, bu geçiş sürecinde, resim ve heykel, kaynağını yine Kadim Yunan düşüncesinden alan "ayrıcalıklı anlar" fikrini doğrulama çabası içindedir. Örneğin, Fransız devriminin gerçekleşme anı ünlü bir resimde gözle görülür hale gelir. Bir kadın tek göğsü açıkta ve peşi sıra insanlar... Diğer elinde bayrak. İşte o an sanatlar içinde görmekten halen tad aldığımız, herşeyin yoğunlaştığı, elle tutulur hale geldiği an. Bütün Amerikan filmlerinde vardır bu.
Bu noktada Van Gogh ve arkadaşlarının bir itirazı vardı. Kendilerini kırlara attılar. Kuşkusuz bir travma olan kapitalist modernitenin henüz erişemediği, kendine yer bulamadığı bir yere. Raskolnikov'u doğuran Saint Petersburg denilen fahişe kentin yüz kilometre güneyinde kasabalar da halen taşraydı. Çehov da orayı görüp orayı yazıyordu ve olağan dışı pek de bir olay yoktu. Ha orada ha Hollanda'nın taşrasında ha 19.yy. Japon taşrasında... Çehov ve Van Gogh böyle bakınca birbirlerine benzerler. Öte yandan kentin merkezinde, Raskolnikov'un hayatında gerçekten bir ayrıcalıklı an da vardı, olmaz olsaydı. Üzgünüm bu genç adam için. Fakat Van Gogh'da hiç bir ayrıcalıklı an yoktu. Her şey olması gerektiği gibi. Tanrı'yı da insanı da mutlu eden o hal skolastiğin düşündüğü gibi bir adamın çarmıha gerilme anı değildi.
İnsanlık tarihinin en eski en ayrıcalıklı anı da Habil ile Kabil arasında geçen hikayededir. Borges'in iki paragraflık Türkçe'ye çevrilmemiş bir hikayesinde Kabil, Habil'e dönüp sorar: -Sen mi beni öldürmüştün, yoksa ben mi seni?