Doğa üzerine konuşmaktan vazgeçmiyoruz; her an onunla ilgili bir haber okuyor, haber paylaşıyoruz. Doğanın tahribatını, aynı zamanda, insanın tahribatıyla yakınlaştırıyoruz. En basit vatandaştan okumuş bir vatandaşa kadar ortak nokta ve duygu, doğanın tahribatı konusunda birbirlerine yaklaşmakta olduklarıdır. Bunu anlamak ve görmek için mektepli bile olmaya gerek yok bugün! Köylerde yaşayanlardan şehirlerde araba kullananlara ve trafik sıkıntısında saatlerce ve günlerce çalışanlara kadar aynı konuyu konuşmakta. Ve, şikayetler diz boyu!
İçinde yaşadığımız şehirlerin havasının, yemek ve ulaşım kalitesinin bozulmasıyla birlikte kötü hava soluyor, her yere geç kalıyoruz ve kötü yemek yemeğe başladığımızın bilincindeyiz. Bostanların ve bağların artık İstanbul il sınırları içindeki eksikliği uzaklardan taşınan ürünlerin tazelik sorunuyla birlikte yemek kalitesi düştüğünü görmekteyiz. "Kentsel Dönüşüm" adı altında "betonlaşma" ile birlikte insanın yaşam alanları ne doğaya ne de kültüre ait olmaya başladı; başıboş bir duygusuzluk hâli şehirlere yerleşti ve insanın da bu mekanlarda yaşam kalitesini düşürdü. Doğanın toprağını değiştirmenin tehlikeleri üzerine yapılan siyasi tartışmalar bize doğanın hakimiyetinin üzerinden sadece parasal kelimelerle düşünüldüğünü göstermekte. Burada hemen hemen her sınıf ve kesimden insan aşağı yukarı hem fikir, siyasi ayrılmalar hariç nedense!
Felsefe tarihi içinde doğanın işlevi bir tasnif olarak sunuldu bize. Bilhassa Aristoteles’in tasnifine göre, doğanın içinde yaşayan bedenler var; bunların kimisi hafif kimisi ise ağır bedenler. Hafifler yukarıya doğru yükselmekteler, havaya kalkmaktalar; ağırlar ise -daha yer çekimi kanunu üzerine teorik bilgiye sahip değiliz- yere düşmekteler. Bedenlerin nereye doğru yol alacağına karar veren yön doğanın belirlediği bir yön olmakta; hem basit bedenler için hem de diğer varlıkların bedenleri için. Yapraklar rüzgarın yönüne sallanmaktalar ve düşüp hareket etmekteler; insanlar doğanın şartlarına göre bir yeri yaşanır hâle getirmekteler veya başka yaşam için müsait olmayan bir yeri terk etmekteler. Burada verilen örnekte, ilişki hafif olmak ve havada olmakla belirlenmekte. Canlının algısı ve hareketi, sırasıyla, bu şekilde gelişmekte doğanın üzerinde.
Stoacı filozoflar doğa ile ilişkileri belirlemekteyken ilişkileri "sempati" ilişkileriyle açıklamaktaydılar. Bir "sempati" ilişkisi; kımıldamaya ve yer değiştirmeye, daha doğrusu hareket ettirmeye veya rahatlama ilişkisiyle kımıldamamaya doğru nesneleri çekmektedir. "Çekim gücü" denilen de insanlar arası ilişkilerde "çekici insan" terimi de benzer bir biçimde bu güce ait olan bir yetiyi göstermekte. Toprak-ana, doğadaki rolünde, bu çekim ilişkisinin gücüne sahip olarak dünyada yaşayan insanların hareketlerini belirlemekte: Soğuk, sıcak iklimler arasındaki yaşam farkları ve doğal farklar, bitki örtüsü ve hayvan cinsleri farkları buradan oluşmakta. İklimlere göre, doğa tasnif etmekte canlıları. Bazıları kendi ortamları (insan için söylendiği gibi "havası ve suyu, taşı ve toprağı") dışında yaşam imkanlarını bedenlerinde bulamamaktalar. Bu uzaktan ve mesafeli sempati ilişkisi doğa ile bizim bedensel ve ruhsal ilişkimizi meydana getirmekte. Bu ilişkiler nedensel ilişkiler olmaktan çok bağlarla işleyen veya kader olarak adlandırılan ilişkilere bağlı olarak anlaşılmaktadır.
Bunlar arasında belki de en çok bizi etkileyebilecek olanı "doğanın bizim içimizde değil de, dışımızda olduğu düşüncesi olacak. Lucretius’un fikrine göre varlıklar fiziki olarak atomlardan oluşmakta. Bu görüş ile birey fikri arsındaki karşılıklı ilişki sosyolojinin çok iyi bildiği bir ilişkidir. Bireycilik atom fikrine bağlı olarak ele alınmıştır. Toplum doğal bir şey değildir; işlevsel ve faydacı bir şekilde yaratılmıştır. Bu fikrilerle birlikte doğa fikri değişime uğramaya başladı. Doğa bizim dışımızda ve bize doğa kanunlarını vererek etkileyen bir güç olarak belirlendiği vakit, 18. yüzyıl sonlarında, doğanın yerini alacak ve tam da doğaya karşıt olarak ele alınacak toplum fikri ortaya atıldı. Toplum doğanın hem karşıtı hem de onun yerini alan bir olgu-kavram olarak ortaya çıktı. Durkheim’ın sosyolojisinde, sosyal olguların baskıcı vaziyeti yüzünden, toplumun bireyin dışında, ona baskı yapan bir unsur olması fikri ile insanın doğanın dışında olması fikri hem bir analoji hem de ikame ilişkisi taşır görünmektedir. Toplum, insanın dışında varsayılan doğanın yerine ikame etmiştir.
Eski zamanlarda doğa diye adlandırdığımız toplum olduğunda, o halde, yer değiştirme ile ortaya çıkan toplum fikri hem doğayı yerinden etti, hem de onun üzerinde bilhassa altyapı (ekonomik belirleyicilik) tahakkümü kurmaya başladı. Bunların birbirlerinden ayrılmaz halde olduklarını da, ne yazık ki sadece bu tahribatın neticesinde algılamaya başladık! Ama "her şey kendi zamanındaki bilgi düzeyi ve şartlarında düşünülmeye muktedirdir". Bir gün toplum da yerini yeni bir fikre bırakacak mıdır? O bakımdan, geç fark etmiş olabiliriz; ama, "zararın neresinden dönülse kârdır" derler ya!..
İçinde yaşadığımız şehirlerin havasının, yemek ve ulaşım kalitesinin bozulmasıyla birlikte kötü hava soluyor, her yere geç kalıyoruz ve kötü yemek yemeğe başladığımızın bilincindeyiz. Bostanların ve bağların artık İstanbul il sınırları içindeki eksikliği uzaklardan taşınan ürünlerin tazelik sorunuyla birlikte yemek kalitesi düştüğünü görmekteyiz. "Kentsel Dönüşüm" adı altında "betonlaşma" ile birlikte insanın yaşam alanları ne doğaya ne de kültüre ait olmaya başladı; başıboş bir duygusuzluk hâli şehirlere yerleşti ve insanın da bu mekanlarda yaşam kalitesini düşürdü. Doğanın toprağını değiştirmenin tehlikeleri üzerine yapılan siyasi tartışmalar bize doğanın hakimiyetinin üzerinden sadece parasal kelimelerle düşünüldüğünü göstermekte. Burada hemen hemen her sınıf ve kesimden insan aşağı yukarı hem fikir, siyasi ayrılmalar hariç nedense!
Doğanın, bir gün başlayan ve bir gün de bitme ihtimali olan bir dayanak
Doğanın ezeli bir hâli yok bildiğimiz kadarıyla; başlangıcı biliniyor mu? Jeoloji ve tabiat tarihi bize bunun üzerine bilgi vermekte; unuttuk mu? Belki? Ama ezeli olmadığını öğrenebildiğimiz kadarıyla ebedi de olma imkanı olgusal olarak yok! Tarihi olan, bir gün sona eren demek! Bu acı gerçek ile karşı karşıya kalmak, insanın ölümlü olduğunu bilmek gibi bir şey. Çocukların ölüm bilgisi yok; doğumu da bilmiyorlar ve bu yüzden bir "leylek hikâyesi" gezer durur toplumlarda. Bugün doğanın tahribatı üzerine çok konuşulmakta. Çocuklar bile bunu duymaya başladı; biraz büyüdüklerinde ise "iklim grevi" yapmaya başladılar! Ölümü fark ettikleri yaşa geldiklerinde (bugünkü çocuk aklıyla ve artık bilinciyle düşündüklerinde), belki de, doğanın da yok olacağının ve yaşamın tehdit altında olduğunun farkında olmaya başladılar. Nereye kadar? Doğanın, bir gün başlayan ve bir gün de bitme ihtimali olan bir dayanak olduğunu biliyoruz. Dayanak fikrine bakmak gerekiyor kanımca: Dayanak demek; bize destek sağlayan demek; üzerine bastığımız ve bizi ayakta tutan, can veren, besleyen, susuzluğumuzu gideren anlamına gelmekte. O halde, insan ve doğa birbirlerinin karşısında duran iki zıt nesne değil; dost ve düşman şeklinde diyalektik bir karşıtlık ilişkisi içindeki bir ilişkiyi içlerinde barındırmamakta. Tersine, bunlar birlikteler anlamına gelmektedir. Karşıtlık değil, ama karşılıklı armağan ilişkisi içinde bulunan bir ilişkiden söz etmekte olduğumuzun altını çizmek isterim. Doğa karşıtımız değil; bir nesnemiz de olmaktan çok uzak; çünkü, belki, bir taş bizim nesnemiz olabilir; bir köpek bile nesnemiz olabilir ve hatta bir ağaç bile bize gölge veren işe yarayan bir nesne olarak kabul edilebilir. Ama, bu nesneler sadece bizi korumazlar, aynı zamanda bize eşlik etmektedirler de. Bu anlamda, doğanın öğeleri olarak bu şeyler birer nesne olarak görülme ihtimalini içlerinde barındırmaktayken, aynı zamanda destek olma görevini de üstlenmekteler. Irmaklardan ve kaynaklarından su içilebiliyor, bununla temizlik yapılabiliyor. Ağaçlar gölge vermek dışında bizi besleyebiliyorlar. Toprak-ana bize ürün vermekle kalmıyor, üzerine basarak yürüdüğümüzde bize enerji veriyor. Bizi taşıyor; tıpkı bir annenin karnındaki çocuk gibiyiz doğanın ortasında. Ona yaslanıyoruz; onun desteğiyle ayaklarımızı yere basıyoruz, veya bazı hayvanlar sürünüyorlar, bazıları yüzüyorlar, bazıları nefes aldıkları ortamlara göre doğa ile buluşmaktalar. Doğa bizim nesnemiz değil, aslında dayanağımız. Bazen bize veriyor, bazen de bizden alıyor. Karşılıklı canlı türleri arasında armağan ilişkileri birbirleriyle bağlanıyor. Yardımsever doğa bazen de bizden bir şeyler (bazen de canımızı) alıyor: Bazen patlıyor, bazen yakıyor, bazen ise koruyor. Biz bir canlı türü olarak diğerleri gibi bu ilişkilerle yaşıyor ve toprakla, hayatın sonunda, bütünleşiyoruz.Felsefe tarihi içinde doğanın işlevi bir tasnif olarak sunuldu bize. Bilhassa Aristoteles’in tasnifine göre, doğanın içinde yaşayan bedenler var; bunların kimisi hafif kimisi ise ağır bedenler. Hafifler yukarıya doğru yükselmekteler, havaya kalkmaktalar; ağırlar ise -daha yer çekimi kanunu üzerine teorik bilgiye sahip değiliz- yere düşmekteler. Bedenlerin nereye doğru yol alacağına karar veren yön doğanın belirlediği bir yön olmakta; hem basit bedenler için hem de diğer varlıkların bedenleri için. Yapraklar rüzgarın yönüne sallanmaktalar ve düşüp hareket etmekteler; insanlar doğanın şartlarına göre bir yeri yaşanır hâle getirmekteler veya başka yaşam için müsait olmayan bir yeri terk etmekteler. Burada verilen örnekte, ilişki hafif olmak ve havada olmakla belirlenmekte. Canlının algısı ve hareketi, sırasıyla, bu şekilde gelişmekte doğanın üzerinde.
Stoacı filozoflar doğa ile ilişkileri belirlemekteyken ilişkileri "sempati" ilişkileriyle açıklamaktaydılar. Bir "sempati" ilişkisi; kımıldamaya ve yer değiştirmeye, daha doğrusu hareket ettirmeye veya rahatlama ilişkisiyle kımıldamamaya doğru nesneleri çekmektedir. "Çekim gücü" denilen de insanlar arası ilişkilerde "çekici insan" terimi de benzer bir biçimde bu güce ait olan bir yetiyi göstermekte. Toprak-ana, doğadaki rolünde, bu çekim ilişkisinin gücüne sahip olarak dünyada yaşayan insanların hareketlerini belirlemekte: Soğuk, sıcak iklimler arasındaki yaşam farkları ve doğal farklar, bitki örtüsü ve hayvan cinsleri farkları buradan oluşmakta. İklimlere göre, doğa tasnif etmekte canlıları. Bazıları kendi ortamları (insan için söylendiği gibi "havası ve suyu, taşı ve toprağı") dışında yaşam imkanlarını bedenlerinde bulamamaktalar. Bu uzaktan ve mesafeli sempati ilişkisi doğa ile bizim bedensel ve ruhsal ilişkimizi meydana getirmekte. Bu ilişkiler nedensel ilişkiler olmaktan çok bağlarla işleyen veya kader olarak adlandırılan ilişkilere bağlı olarak anlaşılmaktadır.
Tanrı sonsuzluk insan ise sonluluk ile anlaşılmaya başlandı
Bilimsel ilerlemelerle birlikte; dünyanın sonsuz olduğu fikri, evrenin sonsuzluğu ve sonsuza kadar genişlemekte olduğu fikirleri geliştirildi. Descartes ve Newton yeni bir doğa fikri ortaya attılar: Sonluluk bir kenara atılmadı ama bunun Tanrı katında yüceltilmekte olduğu fikri ileri sürüldü. Tanrı sonsuzluk insan ise sonluluk ile anlaşılmaya başlandı. Yahudi-Hristiyan dünyasının verdikleriyle sonsuzluk yeni bir öğe olarak ortaya çıktı. Tanrı doğayı yaratan olarak durmaktayken, doğanın kendisi doğurulan (yaratılan) olarak insanın dışına taşındı. İnsan doğadan kopmaya başladı. Spinoza aynı yüzyılda, bu duruma müdahale etti, ama tanrı tanımaz olarak nitelendirildi ve suçlandı (daha önce İbn Rüşd, 12. yüzyılda doğuran (naturans) ve doğrulan (naturata) ilişkisini öne sürmüştü). Çoklu dünyalar veya mümkün dünyaların yanyanalığı veya paralelliği (hem Descartes hem de Leibniz) ileri sürüldü; bunların "tek bir Ruh" içinde toplanmış olduğu düşüncesi felsefenin daha ileri aşamalarında modern dünyaya gelene kadar etkisini sürdürdüğü gibi, bunların bazıları terk edilmiş değil günümüzde de.Bunlar arasında belki de en çok bizi etkileyebilecek olanı "doğanın bizim içimizde değil de, dışımızda olduğu düşüncesi olacak. Lucretius’un fikrine göre varlıklar fiziki olarak atomlardan oluşmakta. Bu görüş ile birey fikri arsındaki karşılıklı ilişki sosyolojinin çok iyi bildiği bir ilişkidir. Bireycilik atom fikrine bağlı olarak ele alınmıştır. Toplum doğal bir şey değildir; işlevsel ve faydacı bir şekilde yaratılmıştır. Bu fikrilerle birlikte doğa fikri değişime uğramaya başladı. Doğa bizim dışımızda ve bize doğa kanunlarını vererek etkileyen bir güç olarak belirlendiği vakit, 18. yüzyıl sonlarında, doğanın yerini alacak ve tam da doğaya karşıt olarak ele alınacak toplum fikri ortaya atıldı. Toplum doğanın hem karşıtı hem de onun yerini alan bir olgu-kavram olarak ortaya çıktı. Durkheim’ın sosyolojisinde, sosyal olguların baskıcı vaziyeti yüzünden, toplumun bireyin dışında, ona baskı yapan bir unsur olması fikri ile insanın doğanın dışında olması fikri hem bir analoji hem de ikame ilişkisi taşır görünmektedir. Toplum, insanın dışında varsayılan doğanın yerine ikame etmiştir.
Eski zamanlarda doğa diye adlandırdığımız toplum olduğunda, o halde, yer değiştirme ile ortaya çıkan toplum fikri hem doğayı yerinden etti, hem de onun üzerinde bilhassa altyapı (ekonomik belirleyicilik) tahakkümü kurmaya başladı. Bunların birbirlerinden ayrılmaz halde olduklarını da, ne yazık ki sadece bu tahribatın neticesinde algılamaya başladık! Ama "her şey kendi zamanındaki bilgi düzeyi ve şartlarında düşünülmeye muktedirdir". Bir gün toplum da yerini yeni bir fikre bırakacak mıdır? O bakımdan, geç fark etmiş olabiliriz; ama, "zararın neresinden dönülse kârdır" derler ya!..